30 Aralık 2012 Pazar

Karışık Kuruşuk Şeyler


Yonca Tokbaş'ın yayımlanmış ilk kitabı. Bilmiyorum Hürriyet'te yazılarını takip eden var mı; ben etmiyordum. Hatta kalemi hakkında en ufak bir fikrim yoktu, diyebilirim. Kitabı arkasına bakıp öyle aldım; bir de boyutuna ve şekline tav oldum tabii. Kitabın arkasında, içerikteki bir bölümden alıntı vardı, klasik... Hoştu... Hafif, iyimser ve ilham verici... Evet, aradığım buydu. Fazla düşünmeden aldım ktabı, o dakika içime sinerek. Bazen böyle olur bana; bünye ne istediğini bilir, gider alır onu, sanki kokuksundan tanır gibi... Bu sefer de yanılmadı diyebilirim. Bana iyi geldi bir şekilde...

Kitap, anlatı tarzında yazılmış. Yazar kendi hayatından notlar düşmüş. Adından da anlaşılacağı gibi, çağrışımlar ve o çağrışımların yazarda bıraktığı düşünsel ve duygusal izler, kitabın konusunu oluşturmuş. Anlatımı oldukça samimi. İyi düşünüyor ve iyi düşünceyi aşılıyor. Kendine dönük bir kitap; bir nevi hatıra defteri gibi. Edebi bir kaygı gütmüyor. Fakat hafif, dediğim gibi... Gülümsetiyor...

Orda burda, heryerde, hatta ayakta otobüste giderken bile okunacak bir kitap. Braz aralanmak ve hafiflemek isteyen okuyucular için ideal...

Karışık kuruşuk birşey...


Devamını oku...

24 Aralık 2012 Pazartesi

Firar Edesim Var!



Ne zamandır ara ara eteğimden çekerek kendini hatırlatan ruhum, bugün firarda... Önce kabul, sonra biraz telkin, sonra temiz havanın etkisi belki ama demem o ki, şeytan azapta... Ne yapalım, emir büyük yerden; bir ses var ya hani, o en derinden... Haber saldım ben de tez elden... Ey yurdum tutsakları, suçlu kılıklılar, sınır dışı edilen asiler, kutlayın dedim; af çıktı hükümetten...
Devamını oku...

13 Aralık 2012 Perşembe

Soru işareti?


Bugün kafamda büyük bir soru işareti ile kalktım. Gece gece bişey mi oldu, hayırdır derseniz; yok diyeceğim. Her zamanki gecelerden biriydi; minnoş gecenin 4:30'undan sonra beni uykusuz bıraaktı o kadar. Lakin, kafamdaki bu soru işareti, kahvaltım esnasınca büyüdü de büyüdü; ki şu an herşeyi bir ihtimal görmeye başladım. Yani iç gözlerim de, tıpkı dışarı bakanlar gibi 2 derece miyop oldular; görüntü iyice bulandı.

Hava bugün yağmurlu, gri ve serin, klasik İstanbul'un kışa çalan havası. Evet, hava bir sebebi olabilir bu karışık halet-i ruhiyenin, zira şu an tek yapmak istediğim sıcak evimde tek başıma miskinleşmek, ev kedisi gibi... Ordan oraya zıplayan düşüncelerime kendimi bırakıp pelteleşmek, jöle gibi... Sanki dip köşe temizlik yapacakmış gibi, tüm düşünceleri, hisleri, kıssadan hisseleri, kulağa küpeleri, hayalleri evet evet hayalleri, derme çatma gelecek planlarını vs. vs. ortaya saçmak... Sonra tüm bu kalabalığın ortasına oturmak... Zaman kavramı yokmuşcasına dalıp dalıp "uzaklara" gitmek... Gelmişi, geçmişi çağırmak; geleceğe uzaktan bakmak; sadece şimdiyi yaşamamak... Yanlış duymadınız; tüm kişisel gelişim kitaplarında yazılanların tersine, şimdiyi yaşamamak... Yapılacak temizlik sebebiyle şimdi için "pause" düğmesine basmak...

Aylar oldu belki de bu dediğimi yapmayalı. Hayatın bildiğin telaşından başımı kaldıramadım. Motor çalıştı da çalıştı ve daha çalışmalı ha çalışmalı. Zira yapacak çok şey var ve evet zaman eskisi kadar bol değil. Fakat içimdeki ses, biraz ilgi bekliyor artık. "Hey yolcu, koşuyorsun ama nereye gittiğini biliyor musun?", diyor. "Dur hele, gel iki çift laf edelim sonra koyulursun yola, yol dediğin önünde uzanır boylu boyunca, kaçmıyor ya..." Doğru söze ne denir? Lakin vakit hareket vaktidir; durmak kendinden menkul olanın işidir. Ben öyle miyim? Ardımda sürekli devinen, dinamik bir hayat daha var bana bağlı. Ben dursam o durmaz, o dursa da ben duramam, zira kıyamam.

Demem o ki; duramam da duramam :) ha, bu söylediklerim şikayet olarak algılanmasın nütfen. Her günüm şükürle dolu benim, çok şükür :) Şükretmediğim günlerse benim eşşekliğimdir; hemen biletimi keserim. Velhasıl, istediğim yalnızca bir mola, telaşsız, amaçsız, plansız, geniş bir mola. Hani ben kçükken bir dizi vardı. Yanlış hatırlıyor olabilirim, ancak dizinin baş kahramanı Eve isimli bir kızdı. Bu kız, her iki elinin işaret parmağının ucunu birbirine bitiştirmek sureti ile zamanı durdurabiliyordu. O dakika zaman ve onunla birlikte herşey (hayvanlar dahil) donuyordu, bir tek kızımız hariç. Aaa, hatta kızımızın bir kabiliyeti daha vardı, şimdi hatırladım; zamanı durdurduğunda istediği kmsenin omzuna dokunarak onu uyandırabiliyordu. Ne güzel iş değil mi? Şimdi mesela ben de Eve gibi zamanı durdurabilsem, hemen sevgilimi de uyandırırdım. Biraz hasret giderirdik biz de... Düşündükçe bu zamanı durdurmak fikri iyice kafama yatıyor gibi...

Soru işaretleri... Ben zamanı durdurmayı öğrenene kadar biraz daha bekleyemezler mi..?


Devamını oku...

4 Aralık 2012 Salı

Ye Kürküm Ye - Yetişkin Masalı


Bugün anladım ki, Nasrettin Hoca'nın meşhur "Ye Kürküm Ye"si yetişkinler dünyasına ait bir fıkra. Hatta Nasrettin Hoca'nın tüm fıkraları için aynı şey söylenebilir aslında. Çocuklar değil, yetişkinler alıp okumalı derim ben.

Velhasıl, beni böyle düşündüren sabah sabah neydi derseniz eğer, küçük bir an'ımı paylaşırım ben de sizle. İşe gitmeden önce minik meleğimi emziriyordum. Üzerimde (önden düğmeli olduğu için tercih ettiğim) ipek, hoş bir gömlek vardı. Tabii benim için bu böyleydi. Minik meleğim içinse mıncıklanacak ve üstüne kusmaktan çekinilmeyecek herhangi bir şeyden biriydi yalnızca.. Oh, dokunması da güsel, mıncıkla kuzum mıncıkla :))

Çocuk - bebek gözünden herşey ne kadar saf, duru değil mi? Minnoş için tek önemi şey o dakika senin gözündeki ışık ve sevgi... Gerisi boş; ne ipeği, ne kaşmiri...

Bunun nedeni hakkında da bir fikrim var. Durun onu da burada zikredeyim. Fikrimce diyorum ki, bebekler henüz kendilerinin (ve dahi uzuvlarının) farkında olmayan melek varlıklar... Onlar sadece sevgi ve masumiyet, saf enerji; ne ne cisim ne de isim önemli... Halbuki büyük insan öyle mi; büyüdükçe egosu da büyüyor, egosu şiştikçe kendisi de bir balona dönüyor. İşte sonra o balonu giydirmek mesele; nasıl derler "ye kürküm ye"..!


Devamını oku...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Çalışan Annenin İlk İş Günü

Bugün minnoşumu evde bırakıp yarım zamanlı olarak işe başladım. Moleskine'imdeki son düştüğüm tarih, 10.08.2012, yani bundan tam 3,5 ay önce... Tabii ben hamileliğimin son haftasına kadar çalıştığım için, minik oğlumla evde 3 ay 1 hafta diz dize durabilme imkanım oldu. Evet, işe başlamak benim kararım... Ben kendi işinin başında olan ve işe başlayacağı tarihi kendi seçme özgürlüğüne sahip, o çok şanslı insanlardan biriyim. Hatta evimle işim arası yürüme mesafesinde, ki bu İstanbul şartlarında bulunmaz hint kumaşı... Biliyorum. Farkındayım ve tüm bu sahip olduklarım için her gün şükrediyorum. Her ne kadar bu şartları, farkında olmasa da hazırlayan ve başarmak için çok çalışan, çok kafa yoran (hem de hamile halimle) bensem de, bana bu yolculuğumda yardım eden Allah'a, evrene, doğaya, karnımdaki minik oğluma ve çok sevdiğim eşime ne kadar şükretsem az...

Fakat... Yine de... Annelik bu ya, insanın aklı evde bıraktığı miniğinde kalıyor bir şekilde. Halbuki minik anneannesiyle birlikte ve ona bayılıyor; çok güldürüyor anneanne onu. Stokta sütü de var hem... vs. vs. İnsan sıralıyor işte aklına gelen tüm iyicil düşünceleri rahatlamak için. Geçen gün Alternatif Anne'de yer alan ve Nerimanne rumuzlu yazar tarafından kaleme alınan bir yazı, bu annelik duygusunu çok güzel özetliyor aslında. Nerimanne, bu duyguyu "arsızlık" olarak tanımlamış. Evet, anne dediğin arsız oluyor biraz çocuğu konusunda. İcabında bi yarım saatin hesabını yapıyor beraber olabileceği, veya beraber olamadığı bi yarım saat için hayıflanabiliyor. Gerçekten de, uyusun diye gözünün içine bakıyor, uyuyunca da onu özlüyor. Annelik uç bir duygu işte... Belki de duyguların en yoğunu... İyi veya kötü diye bir yorum yapmaya gerek yok; mantıklı olmasına ise hiç gerek yok... Sadece kabul etmek gerek, annelik böyle bir şey.

Her çalışan anne için işe başlama "gong"u farklı zamanlarda çalabiliyor. Kimi anne, bebeği büyüyüp de anaokuluna başlayana kadar yanında kalmak isterken, kimisi iş hayatından kopamayıp bebeğin kırkı çıktıktan sonra işe dönüyor. Tabii bir de zorunluluktan işe dönenler anneler var, ki bu anneler büyük bir çoğunluğu oluşturuyor. İstemeye istemeye işe başlıyorlar, gözleri arkada kala kala... Allah herkesin yardımcısı olsun...

İşe şimdi başlamak, benim için doğru zaman gibi. Bu kadar zaman, benim yokluğumda bana bu konforu yaşatan işimin de hakkını vermeliyim öyle değil mi? Hakkını vermeliyim ki, yine böyle uzak kalmamı gerektiren zamanlarda o da bana destek olsun. Bu hayatta herşeyin hakkını vermeli zaten. Hakkını vererek hak etmeli. Herşeyin bir bedeli var neticede hayatta; bu bedel her zaman para olmasa da...

Çalışan anne olmanın da, çocuğuna maddi açıdan daha iyi imkanlar sağlama, ona yeni ufuklar açma, kendini geliştirme vs. gibi güzelliklerinin, bir bedeli de var mutlaka. Bu bedel, her ne kadar yeni annenin burnunu sızlatsa da...






Devamını oku...

25 Kasım 2012 Pazar

Orkide Bakımının İncelikleri

Orkideler ne kadar da narin çiçekler... Hem görünüş, hem de bakım yaratılış itibarıyla. Bendeniz çok çok sever onları. Bu sevgimi bilen sevgilim de bana hediye çiçek olarak genellikle orkide alır; eğer buket çiçek almıyorsa. Son aldığı orkide ise mnyatür olanlarından. Fuşya renkli minik çiçekleri var üzerinde; o kadar güzel ki... Her bir orkidenin bir adı var bende; aşkım, süslü, prenses, kuşella, aşkito ve çitlembik... Birbirlerine arkadaş, sarı sıcak salonumda salınıp dururlar...

Anneleri, yani bendeniz, onlarla her hafta seans yapar-dı. Onların yapraklarını ıslak bezle teker teker, hatta ikişer defa siler, sonra onları içme suyu ile besler, bu arada da bol bol konuşur, öpüşür-dü. Hatta  tüm bunları yaparken Dijitürk'ün classic music kanalını da açar, keyfine keyif katar-dı. -Dı diyorum; çünkü datlu oğluşumuz dünyaya geldiğinden beri, orkideler anneleri tarafından istemeyerek de olsa üvey evlat muamelesi gördüler. Bol bol ihmal edildiler bi kere; seans da seans olmaktan çıktı, görev bilinci ile yapılıveren bir uğraş oldu çıktı. Üzücü tabii... Artık bakım aralarında onlardan özür diliyor, yakın zamanda daha fazla zaman ayırmaya söz veriyor ve onları çok sevdiğimi söylemekle yetiniyorum. Ne yapayım, hepsi bir arada olmuyor işte...

Halbuki orkideler, ne kadar narin olsalar da bakımları hayli kolay çiçekler. O narin ruhlarına özen gösterdikten sonra bir iki kalem bakımla çoşar da coşarlar. Ben gerek çiçekçilerden sorup öğrendiklerim, gerekse internetten öğrendiklerimi, orkide bakımı hakkında bilgi almak isteyenler için tablet bilgi olarak aşağıda sıralıyorum:

1. Orkideler aydınlık ortamları severler. Ancak direkt güneş ışığını sevmezler. Pencere önü, tül arkası olnlar için idealdir.

2. İdeal oda sıcaklığı,18-27 derecedir. Ancak bu sıcaklık orkide türlerine göre değişebilir.

3. Nem orkideler için önemlidir. Yapraklarını (ama sadece yapraklarını) belirli aralıklarla sprey veya ıslak bezle nemlendirmek onlara iyi gelir.

4. Haftada bir kere su isterler. Suyu toprağına, az miktarda dökmek gerekir. Çünkü orkideler, sulama ralıklarında kurumaktan hoşlanırlar. Bu arada su kesinlikle tepeden dökülmemeli.

5. Suyu içme suyundan kullanın.

6. Bir orkidenin saksısı ancak dışarıya çok fazla kök taşırmaya başlamışsa değişmeli.

7. Bazı aralıklarla gübre, ki bu gübreler genellikle sıvı oluyor, verilmesini önerenler var. Ancak benim sorduğum birkaç çiçekçi aynı görüşte değil; bunları kimyasal buluyor.

8. Son olarak; onlarla konuşmak, onları öpmek, koklamak, onlara o kadar iyi gelir ki... Bu bizzat benim tecrübemdir. Neticede doğadaki herşeyin olduğu gibi, onların da bir ruhu var. Hem de narin, çok narin... Okşayın o narin ruhu...
Devamını oku...

22 Kasım 2012 Perşembe

Eşyaların da Bir Ruhu Var


Eşyaların da bir ruhunun olduğuna inanırım hep; çiçekler, böcekler gibi... Onlar da sanki sahipleriyle birlikte soluk alıp verirler; iyi ve kötü günler geçirirler, yaşanmışlıklar üzerlerine siner. Unuturlar da bazen hatta, kötü tecrübelei silerek yeni başlangıçlar yapabilirler pekala, sahipleri gibi ve tabii eger sahipleri isterse... Onlar sahiplerinin ruhlarını taşırlar çünkü, bir ayna gibi onları yansıtırlar. Antikalarda bu gözle görülür bir hal alır neredeyse, 2. el eşyalar da böyledir mesela. Kullananın kokusu, ruhu ve onca anının tüm ağırlığı vardır üstlerinde. Bana hep öyle gelir ve sanırım bu sebeple de sevmem pek eski, bilhassa kullanılmış eşyaları. Hatta bazen kendi eşyalarıma bile küserim ben bu sebeple eger onlarla kötü bir gün geçirdiysem. Totem yaparım, atarım dolabımın en ücra köşesine sanki onun suçuymuş gibi... Böylece dolabın bir parçası kıyafet çöplüğü olur; ne atılır ne satılır cinsten. Yazık... Bir yerde okumuştum; kullanmadığı halde giysilerini bir türlü atamayan benim gibi birçokları, bir gün bu giysilerin hissettirdiği psikolojiye girebilecekleri ihtimaline karşı onları dolapta saklarlarmış. Belki de gerçekten öyledir...

Yeşil, çirkin, yün hırkanın mazisi pek içime siner cinstendir ama.!Huzurlu, mutlu ve sevgi doludur anıları... Sıcaktır sevgili gibi... Omuzuna alırsın, kafanı sevgilinin omuzuna dayar gibi için ısınır. Böyle yaptım ve mutlu oldum ben bugün...




Devamını oku...

20 Kasım 2012 Salı

Bu Çocuğu Nasıl Uyutmalı?


"Bebekler gibi uyur" lafı malum yalan ;) yok öyle birşey... Zira bebekler genellikle uykuya direnirler; hatta en uykusuz oldukları anda bile. Uyuduklarında da çabuk uyanırlar; velev ki bir de gündüz uykusu olsun, hiç beşik yüzü hiç görmezler mazallah. Bizim bebço da bu ortalamalarda seyreden bir kuzucuk işte.. Ne yapsam ne etsem de şuna bir düzen versem bilemedim. Birçok annenin yaptığı gibi ben de ilk etapta çareyi kitaplara başvurmakta buldum. Aynı zamanda internetteki bilgileri ve aynı sorunu paylaşan annelerin yorumlarını da bir solukta okudum. Genellikle herkeste aynı dert.. Tabii derde sevinmek olmaz ama insanın yalnız olmadığını bilmesi içini ferahlatıyor ne yalan söyleyim.

Bebeklerde uyku sorununun çözümü için geliştirilen ve bazılarının hayli popüler olduğu bir takım yöntemler var. Mesela meşhur Tracy Hogg yöntemi. Tracy Hogg, "Bebek Sorunlarına Mucizevi Çözümler" isimli kitabında, E.A.S.Y ve Yatır Kaldır Yöntemlerinden bahsediyor. Easy, genel hatları ile bebeğin bir tam gününü, bebeğin bulunduğu ay veya yaşa göre 3 veya 4 saat aralıklarına bölen, açılımı Eat (beslenme), Activity (aktivite), Sleep (uyku) ve Your Time (senin zamanın) olan bir yöntem. Mesela 0-3 ay arası bebeklerde bu döngü her 3 saatte bir kendini yeniliyor. Bu yöntem tabii başlı başına bebeğe uykuyu öğretmek için yeterli değil. Ancak Tracy abla bunun için de bir metod geliştirmiş. Sleep zamanında bebeği şşşş-pat yöntemi ile dik tutarak uykuya daldırıyorsunuz. Bebeğe bir yandan uzun şşşşş'ler çekerken, bir yandan da sırtına veya poposuna ritmik pat-pat dokunuşlarda vuruyorsunuz. Bu sürecin genellikle 20 dakika sürdüğü, fakat hareketli bebeklerde daha fazla vakit alabileceği belirtilmekte. Ancak ben bizim bebçoyu düşündüğümde bu yöntem için şimdiden ümitsizliğe kapılıyorum. Zira bizimki ekseriyetle 50 dakikada ve kucakta uykuya dalabiliyor şimdilik.

Bu EASY Yöntemi, Yatır Kaldır Yönteminin ilk basamağı gibi. Yatır Kaldır, 4 aydan büyük ve kendi kendine yatağında uykuya dalamayan bebeklerde önerilmekte. Bunu anlamak güç değil, zira her ne kadar bebek dostu bir yöntem gibi gözükse de, özünde kanlı bir yöntem bu. Nasıl mı? Atıyorum kucakta uyumaya alışmış bir bebeği çat diye beşiğe koyuyorsunuz. Bebek haliyle anlamıyor niye böyle yaptığınızı; bir süre sonra imzalanmaya ve buna cevap alamazsa şa ağlamaya başlıyor. Siz de bebek ağlar ağlamaz onu yataktan tekrar kaldırıp yatıştırıyorsunuz (ama kesinlikle saklamadan) sonra tekrar beşiğe koyuyorsunuz. Bu süreç bebek pes edip uykuya dalana kadar devam ediyor. En fazla 30 dakika sürdüğü söyleniyor ama ben bizim minnoşu düşündüğümde daha fazla sürebileceğini düşünüyorum.

Tüm bunların dışında bir de Ferber Yöntemi var. Ferber bir çocuk psikoloğu olup uyutma yöntemine ismini vermiş kişi. Bunda da amaç bebeğe pes ettirmek ama yöntem farklı. Bu yöntemde bebeği yine çat diye yatağa koyuyorsunuz ve farklı olarak hemen odadan çıkıyorsunuz. Bebek bir süre sonra ağlamaya başlıyor haliyle; yardım istiyor. Siz bu yardım çağrılarına 5 dakika cevap vermiyorsunuz; sonra gidip (yataktan kaldırmadan) onu sakinleştirmeye çalışıyorsunuz; tabii sakinleşirse... Sonra yine odadan çıkıyorsunuz ve bu döngü yine bebek pes edene kadar devam ediyor. İşin kötüsü, bu ağlatma seremonisi, sadece bir uyku için geçerli değil. Bebek öyle uyumayı alışkanlık edinene kadar (yine en fazla 1 hafta olduğu söyleniyor) istikrarla devam etmesi lazım; yoksa işe yaramıyor.

Bahsettiğim iki yöntemi deneyen ve olumlu netice alan çok anne var; okuyorum. Tabii aksi yönde, "çocuğum sinire hastası oldu", diyen de var. Ben özele inip kendi bebeğimi düşündüğümde ise resmen ter basıyor. Bi kere ben dayanamam ağlamasına. Annem diyor ki, "sen bırak ben alışana kadar öyle uyuturum". Ona da razı gelmiyorum. Çünkü birşey öğretilecekse, hele de böyle ağlatmalı mağlatmalı, "onu annesi olarak ben öğretirim", diyorum.

Belli ki her iki yöntem de bebeğin iyiliği için geliştirilmiş ve bu bakımdan hak vermemek elde değil. Biz kucakta uyutuyoruz ama her geçen gün daha zorlu oluyor bu iş. Minnoş şimdiden 6 kilo; 50 dakika onu kucakta tutmak kas gerektiriyor; ki o da "artık" bizde var; ama bebek rahat etmiyor. Bir düşünün; 50 dakika ecmiş bücüş kucakta kimi sallasan rahat etmez. Şimdilerde büyüyünce kucakta sebepsiz uyanmaya da başladı; uyku geçişlerini yapamıyor bazen, açıyor gözleri faltaşı gibi.. Yine de, diyorum ama. Kendimi biliyorum; kıyamayacağım minnoşa. Keşke herşey kendiliğinden düzene girse... Hayal mi..?

Dedim ya, ne yapsam bilmiyorum. Düşün Oya düşün...


Devamını oku...

19 Kasım 2012 Pazartesi

Zamanı Verimli Kullanmak


Malum anne olduktan sonra, zamanın önemi iyice artıyor. Bebekten önce yollarda salına salına yürümekten hoşlanan, bir saat banyo yapan, yemekten en son kalkıp insanları sofrada bezdirin ben, şimdilerde herşeyi koşar adım yapar bir haldeyim. Lohusalık döneminde bu yeni tempoya henüz ayak uydurmamış olmam sebebiyle kendime kalan sınırlı vakitleri sadece uyuyarak ve hatta bazen onu bile yapamadan, sadece uyumaya çabalayacak geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Bu hal, her gününün en az yarısını üretken olarak geçiren ve boş boş gün geçirmeye hiç alışkın olmayan bana elbette ki iyi gelmedi. Sevgili yavru kuşumla vakit geçirmek elbette iyiydi, hoştu ama geriye hiçbir şey kalmaması kötüydü işte.

Birşeyler yapmalıydım. Yeni hayatıma eski beni bir şekilde adapte etmeliydim. Bu düşünce ile zamanımı verimli kullanmanın yollarını aramaya başladım. Öncelikle işe alışkanlıklarımdan başlamalıydım; neticede bir sürü gereksizce edindiğim, pek faydalı olayan hatta bazen zararlı olduğunu söyleyebileceğim alışkanlığım vardı. Fakat işin en zor kısmı, ruh halini adapte etmekti. Çünkü ben hayatı sindire sindire yaşamaya, olayları akışa brakmaya fena tutkun, oldukça naturel bir insanım. Ayrıca sürekli de geç kalırım. ( saat takmıyorum ondan mı acaba :)) Karar alma sürecim ise tam bir fecaattir; bazen günler, hatta haftalar alabilir. Durum böyle olunca adaptasyon da bi o kadar zorlu olabiliyor haliyle. Fakat tüm bunlara rağmen yine de zamanı daha verimli kullanmak mümkün. Zaten ben de her zaman, zamanı iyi kullanamadığından yakınırdım. Al işte sana fırsat dedim kendime; hayat sana bu fırsatı verdi, evrenden torpillisin dedim, kandırdım kendimi ;))

Şimdi bu süreçte, faydalı olabilecek öneriler ararken internette rastladığım bir yazıyı, olduğu gibi aşağıda paylaşıyorum. Hayatta yarış atı gibi soluksuz koşturmakan hoşlanmayan benim gibiler için faydalı taktikler bulabilirsiniz. Neticede herşey tak-tik işi; zaman da öyle işlemiyor mu zaten; tak-tik tik-tak diye ;)


Zamanı iyi kullanmanın püf noktaları

Milli Prodüktivite Merkezi (MPM) tarafından hazırlanan ''Zamanı Verimli Kullanmak Uygarlığın Ölçüsüdür'' başlıklı broşürde, verimli ve etken olabilmek için zamanı da verimli ve etken şekilde yönetebilmenin önemi vurgulanıyor

''Yönetemediğimiz zaman bizim değildir'' ifadesine yer verilen broşürde, ''zamanın durdurulamaz, geri döndürülemez, sınırlı ve tekrar kullanılamayacak'' bir kaynak olduğuna işaret ediliyor.
Zaman yönetiminin çok çalışmayı değil, etkili ve amaçlara yönelik bir biçimde çalışmayı öngördüğü'' kaydedilen broşürde, kişinin zamanını amaçsız olmaktan ve başkaları tarafından kontrol edilmekten çıkarıp, amaçlı bir biçimde kendi kontrolü altına almasının yolları anlatılıyor.

''80:20 İLKESİ''

Başarılı bir zaman yönetiminin gerçekleşmesini iş ortamının değil, kişinin zihinsel hazır olma düzeyinin belirlediği vurgulanan broşürde, zaman yönetimi konusunda şu önerilerde bulunuluyor:

''Zamanımızın ancak yüzde 60'ına hükmedebiliyoruz. Her an önümüze çıkabilecek beklenmedik görevler, önemsiz olsalar bile aciliyet kazanmış işler ve sosyal etkinlikler için belli bir zamanı ayırmamız gerekmektedir. Zamanımızın yüzde 40'lık bir kısmını bu türden, kontrolümüz dışındaki işlere ayırmak zorundayız. Zaman yönetimi yüzde 60'lık bölümü daha etkili kullanma yönündeki çabaları ifade eder. Bu oranı yüzde 100'e çıkarmak mümkün değildir.

80:20 ilkesi unutulmamalıdır. Bu ilke, zamanımızın yüzde 20'si ile işlerimizin yüzde 80'ini, zamanımızın kalan yüzde 80'i ile işlerimizin yüzde 20'sini gerçekleştirmekte olduğumuzu ifade eder.

Zamanın nerelere harcandığı belirlenmelidir. Bir ay süreyle her gün, yarım saatte bir yapılmış olan tüm işleri kaydedin. Bu zamanınızın nasıl harcandığı konusunda önemli ip uçları verecektir.

Kontrolünüz altındaki yüzde 60'lık zaman dilimini planlayın. Planlamayı mümkünse yıllık, aylık, haftalık ve günlük olarak ama mutlaka yazılı olarak yapın.

Her şeyi kendi yapan ayrıntılar içinde boğulur. Bu nedenle yetki devredin. Böylece önemli işlere zaman ayırıp, birlikte çalıştıklarınızın bilgisini daha iyi kullanabileceksiniz. Yetki devrinin ötesinde diğer tekniklere hakim olmaya çalışın.

Zaman yönetimi uygulamasına geçtikten sonra planlanan ile gerçekleşenler gözden geçirilmeli, aksayan yönler için önlem alınmalıdır.
Fazladan zaman kazanmaya çalışın. Erken kalkın, günlük giyeceklerinizi ve çantanızı akşamdan hazırlayın.''

''KENDİNİZE RANDEVU VERİN, İPTAL ETMEYİN''

Kişinin kendine de zaman ayırması gerektiği belirtilen broşürde, ''Güne olumlu başlayın, pozitif düşünmeye başlayın, varsa sağlık sorunlarınızı geciktirmeden çözün, sağlığınızı koruyun, spor yapın, kendinize randevu verin, bu saatleri sadece kendinize ayırın ve randevunuzu iptal etmeyin'' gibi tavsiyeler de yer alıyor.

Broşürde, zamanı verimli kullanmak için yapılması gerekenlerden bazıları ise şöyle sıralanıyor:

''Kararlı olun, seri hareket edin. Önünüzde yalnızca iş olsun, ilgisiz olanları kaldırın. Yöneticiyseniz ayrıntılarla uğraşmayın. Boş zamanınızı iyi değerlendirin.

Not alma alışkanlığı edinin. Düzenli olun, aradığınızı bulabilecek bir sistem geliştirin. Gereksiz evrak ve dokümanı atın. Zamanınızı yıllık, aylık, haftalık ve günlük periyotlarla planlayın. Yazılı kayıt tutun. Mutlaka ajanda kullanın. Hızlı ve etkili okumayı öğrenin.

Randevularınıza zamanında gidin. Bilgilerinizi güncelleyin. İşi eve, evi işe taşımayın. İlkeleri olan bir kişilik yapısı sergileyin.

Birisinden bir şey isteğinizde zamanı mutlaka belirtin.

Tutum ve düşünce tarzınızla endişe ve kuruntularınızdan kurtulmaya çalışın.''




Devamını oku...

18 Kasım 2012 Pazar

Minik Kuşum Üç Aylık




Miniğim bugün 3. ayını doldurdu. Ne çabuk geçti zaman bir türlü anlamadım. 17 Ağustos 2012'yi daha dün gibi hatırlıyorum. Gündüz, beslenme, aktivite, uyku periodları, aksam uyku seremonisi derken, her gün elimden tüy gibi uçup gidiverdi. Ve böylece biz de önce lohusalık, sonra ay sonu doktor kontrolleri derken 3. ayı deviriverdik.

Bebeğimizin becerileri günden güne gelişiyor. Ateş kuşumuz artık resmen bizimle iletişime geçiyor. Biz gülerken o da gülüyor; hatta anneannesi yaptığı komiklikler ile ona kahkaha bile attırıyor. Dış dünya da onun için yeterince ilgi çekici. sürekli izliyor; herşeyi, herkesi.. Evdeki siyah avizelerimiz ise onun favorisi; hayran hayran onlara bakıp dururuyor. Meme istediğini bir kafa hareketi ile belli ediyor. Ellerini keşfettiğinden beri ise, onları meme alternatifi olarak kullanmaya başladı. Bir de oyunumuz var onunla; attırmaca :) Ateş sırtüstü yatarken ayaklarının altına vurarak hadi attır oğluş diye onu gaza getiriyoruz. O da, yattığı yerden popuyu kaldırı kaldırıveriyor; tekmeler savuruyor. Bu onun ayrıca kucak isteme şekli aynı zamanda. Malum, bizim oğlan kucakçı ya; gününün yarısı kucakta geçiyor mazallah.

Tüm bunlar bizi hem sevindiren, hem eğlendiren gelişmeler elbette. Anne- baba olmak da biraz böyle birşey işte; miniğim yaptığı kakaya bile seviniyor insan. Velhasıl, normal şartlarda doğmuş ve gelişimi normal bir bebeğin 3. ayının sonunda aşağıdaki becerileri kazanması bekleniyor:

Yüzüstü yatarken başını 90' kaldırabilir.
Konuşmaları diğer seslerden ayırabilir.
İnsan yüzü hala en ilgi çekici nesnedir.
Ellerini daha çok kullanır; tekmelemeyi sever.
45 Dakika'ya kadar dikkatini belli bir şeye odaklayabilir.
Görmesi keskinleşir.
Aile üyelerini tanımaya ve yabancılardan ayırmaya başlar.

Yukarıdaki genellemeler değerlendirilirken, her bebeğin kendine özgü bir gelişim eğrisinin olduğu ve gelişime verdiği tepkilerin zaman ve tür bakımından farklılaşabileceği unutulmamalı. Tüm bu gelişmelerin haftalık periodlarla detaylı açıklamalarını, Glade B. Curtis - Judith Schuler'in "Hafta Hafta Bebeğinizin İlk Yılı" kitabında da bulabilirsiniz.

Devamını oku...